|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Anlatımlar & Testler
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Diger Konular...
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İletişim Menüsü
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.
Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak."Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."
Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak."Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."
Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak."Köye varmamız sabahı bulacak."
Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde."Sabahın köründen beri yoldayız."
Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan."Ben sabır taşı mıyım?"
Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak."Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."
Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.
Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim)."Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."
Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak."Bizim de saçımıza ak düştü."
Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.
Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek."Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."
Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak."Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."
Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.
Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak."Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."
Safra bastırmak: Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.
Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek."Sağa sola bakmadan yürüyordu."
Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.
Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı."Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"
Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak."Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."
Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.
Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren."O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."
Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
Sağmal inek: Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.
Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek."Şu kimsesize sahip çıkalım."
Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.
Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak."Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"
Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.
Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak."İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."
Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek."Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."
Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak."Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."
Saman gibi: Tatsız, yavan.
Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.
Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak."Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."
Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek."İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."
Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek."Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."
Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak."Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."
Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.
Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek."Adam bir vuruşta sedyelik oldu."
Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek."Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."
Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek."Onunla selâmı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"
Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.
Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.
Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?: "Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.
Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak."O kadar senli benli olma yabancılarla."
Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı."Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."
Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak."Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"
Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe."Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."
Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak."Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"
Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek."Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."
Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak."Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."
Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek."Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"
Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak."Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."
Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek."Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."
Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak."Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."
Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan."Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."
Sıcak kanlı: Sevimli, cana yakın, sempatik."Ne kadar sıcak kanlı bir çocuk."
Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak."Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"
Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek."Bir kez sıdkım sıyrıldı o adamdan."
Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.
Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak."Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."
Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak."Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."
Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak."Sıkı dur, şut çekeceğim."
Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz."Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."
Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak."Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"
Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak."Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."
Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.
Sıkı tutmak: Önem vermek."İşleri sıkı tutmazsan böyle olur işte."
Sır küpü: Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.
Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.
Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak."Sırra kadem bastı adam!"
Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı."Sırım gibi delikanlı olmuş."
Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.
Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak."Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"
Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak."Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."
Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek."Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."
Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.
Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.
Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek."Evi çarçabuk silip süpürdüm."
Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak."Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."
Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak."Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."
Sineye çekmek: Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak."Uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye çekti; durdu."
Sinirleri alt üst olmak: Haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak, bilememek.
Sinirleri boşanmak: Kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.
Sinirleri yatışmak: Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek."Çok şükür öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz."
Sinirlerini bozmak: Kızdırmak, öfkelendirmek.
Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak."Sinirleri çok gergin, üstüne varmayın."
Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak."Sipsivri kalakalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum."
Sivri akıllı: Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan."Hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız!"
Soğuk almak: Üşüyüp hastalanmak."Soğuk almışım, öksürüp duruyorum."
Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.
Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen."Helâl olsun, ne soğuk kanlı davrandı."
Soğuk nevale: Sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak duran kimse.
Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak."Kimsesiz olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı."
Sokak süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.
Solda sıfır: "Hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır."Senin yaptığın iş benimkinin yanında solda sıfır kalır."
Soluğu kesilmek: Nefes alamaz olmak, gücü tükenmek."Bu yokuş soluğumuzu keseceğe benziyor."
Soluk aldırmamak: Çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.
Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak."Soluk soluğa içeri girdi."
Son kozunu oynamak: Elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.
Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan."Sonradan görme ne olacak!"
Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek."Mahkûmu hemen sorguya çekmişler."
Soyup soğana çevirmek: 1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak."Dükkânı soyup soğana çevirmişler."
Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek."Göçmen kuşlar ufuktan sökün ettiler."
Söz açmak: Bir konu hakkında konuşmaya başlamak."Toplantıda felsefeden söz açtı."
Söz almak: 1. Konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle konuşmaya başlamak. 2. Birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak. 3. Erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden olumlu cevap almak."Toplantıda ilk olarak Ayşe söz almak istedi."
Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek."Benim söz altında kalacağımı sanıyordu."
Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
Söz bir Allah bir: "Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.
Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak."Onunla söz birliği mi ettiniz?"
Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak."Bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum."
Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek."Sözde kalacaksa konuşmamızın bir anlamı yok."
Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak."Sözümü dinleseydin başına bunlar gelmezdi!"
Söz geçirmek: Dediğini yaptırmak."Oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun?"
Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.
Söz götürmez: Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan."Söz götürmez işler bunlar."
Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak."Durup dururken babamdan söz işittik yine."
Söz kaldırmamak: Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak."Bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde?"
Söz kesmek: Evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek."Söz kesildi, iki ay sonra düğün olacak."
Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak."Bu şirketin alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş?"
Sözü ağzında bırakmak: Söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek, engel olmak.
Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak."Sözü bağlamasına az bir zaman kalmıştı ki bir gürültü koptu."
Sözü çiğnemek: Söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini söyleyememek.
Sözü (bir şeye) getirmek: Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak."Söylesene açıkça, sözü nereye getirmek istiyorsun?"
Sözü kesmek: 1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak."Bir anda sözünü kesip kürsüden indi."
Sözüm meclisten dışarı: "Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur" anlamında kullanılır.
Sözüm ona: "Güya, sanki, sözde" anlamlarında kullanılır.
Sözünde durmak: Verdiği sözün gereğini yerine getirmek."Demek sözünde duracaksın, iyi."
Sözünden çıkmamak: Birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse onu yapmak.
Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek."Demek sözüme geldin, o hâlde gidelim."
Sözünü balla kestim: "Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.
Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak."Ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı?"
Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek."Sözünü geri al, yoksa karışmam!"
Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak."Ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir."
Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak."Babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın."
Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek."Öğretmenin sözünü yabana atma sakın."
Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek."Hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı."
Sudan cevap: Üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap."Ne sordumsa sudan cevaplar aldım."
Sudan ucuz: Çok ucuz, âdeta bedava gibi."Sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş öyle mi?"
Su dökünmek: Yıkanmak."Buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz."
Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.)."Para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım?"
Su gibi bilmek: Çok iyi, yanlışsız bilmek veya okumak."Senin konunu da su gibi biliyorum."
Su gibi ezberlemek: Çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde ezberlemek.
Su gibi gitmek: Bol bol harcamak."Paralar su gibi gitti."
Su götürmez: Kesin, başka bir yoruma açık olmayan."Şu anlattıkları su götürmez gibi geliyor bana."
Su götürür olmak: Çeşitli yorumlara elverişli olmak.
Su içinde kalmak: Çok terleyip sırılsıklam olacak biçimde ıslanmak.
Su katılmamış: Saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan, hilesiz.
Su koyvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak."Su koyvermeden çalışamaz mısın sen?"
Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak."Sululuk etmeyi bırak da çalışmaya bak."
Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.
Surat bir karış: Öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan."Yanına vardığımızda suratı bir karıştı."
Suratını ekşitmek: Hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Bütün gün suratını ekşitip durdu."
Sus payı: Bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para, susmalık.
Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.
Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak."Başına gelen son belâdan sonra suya sabuna dokunmamaya karar verdi."
Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak."Sen de suyu bulandırmasan olmaz değil mi?"
Suyu kaynamak: İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak."Sen de suyu kaynayanlar arasında yer alıyorsun."
Suyu mu çıktı?: "Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?" anlamında kullanılır.
Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii."Yorgun bedenlerini suyun başındaki çimenlerin üstüne bıraktılar."
Suyunca gitmek: Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak."Aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar vermesin."
Suyu nereden geliyor?: "Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor." anlamında kullanılır.
Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek."Paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti."
Suyunun suyu: Çok uzaktan ilgisi bulunan şey.
Su yüzü görmemiş: Hiç yıkanmamış, çok kirli."Günlerce hapiste kaldım, su yüzü görmedim hiç."
Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak."Bu işin asıl sebepleri su yüzüne çıkacak, sen de gününü göreceksin."
Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak."Süklüm püklüm yanımıza yaklaştı.
Sükûtla geçiştirmek: Asıl mesele üzerinde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.
Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak."Sen o işin üzerine bir sünger çek hele."
Süngüsü düşük: Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış."Bir hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından."
Sürüncemede kalmak: Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak."Bizim iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar!"
Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek."Sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar mı?"
Süt dökmüş kedi gibi: Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.
Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse."Daha süt kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona?"
Süt liman olmak: Dingin, gürültüsüz, sakin olmak."Ortalık bir anda süt liman olmuştu."
Sütü bozuk: Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse."Senin gibi sütü bozuklara selâm verilir mi?"
Ş
Şad olmak: Sevinmek, mutlu olmak."Seni gördük, şad olduk."
Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak."Onu yanımdan kovunca bende şafak attı."
Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak."Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler."
Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak."Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı."
Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak."Bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu onlara."
Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek."Bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin!"
Şaka kaldırmak: Kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.
Şaka maka (derken): "Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında kullanılır.
Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya."Şakası yok bu adamın, hemen buradan gidelim."
Şakaya getirmek: 1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek."İşi şakaya getirip unutturmaya kalkma emi!"
Şakaya vurmak: Ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.
Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse."Yeter artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini!"
Şamata koparmak: Gürültü, patırtı yapmak.
Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek."Şimdi şapa oturduk işte, yardım alacak kimse de yok ortalıkta."
Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak."Para almadan, vermeyeceğini şart koş ona."
Şeref vermek: Onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.
Şerefini korumak: Onurunu, kişiliğini gözetmek.
Şeşi beş görmek: Yanlış görmek, görüşünde aldanmak."Şeşi beş gördüm her hâlde."
Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak."Şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum."
Şeytan diyor ki!: "İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor" anlamında kullanılır."Şeytan diyor ki git şunu bir güzel döv."
Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak."Güzel güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde."
Şeytan görsün yüzünü: "Onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum" anlamında kullanılır.
Şeytanın art bacağı: Çok afacan ve yaramaz (çocuk).
Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak."Haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize gel."
Şeytan kulağına kurşun: İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken "Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun." anlamında kullanılır.
Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak."O ne tilkidir bilemezsin, şeytanın yattığı yeri bile bilir."
Şıp diye geçmek: Ansızın, birdenbire geçmek.
Şifayı bulmak (veya kapmak): Hastalanmak."Burnum akıyor, yine şifayı kapacağız desene."
Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden."Şimdiden tezi yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır."
Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak."Boşu boşuna şimşekleri üzerine çektin."
Şirazesinden çıkmak: Bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.
Şom ağızlı: Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse."Milleti korkutup durma, kapa şu şom ağzını da rahatlayalım."
Şöyle bir: Üstünkörü, gelişigüzel, üzerinde durmayarak."Şöyle bir baktım vitrindeki elbiselere"
Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak."Şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik."
Şundan bundan: Belli belirsiz, önemsiz şeyler."Eh işte, şundan bundan konuşup durduk."
Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek."Şunu bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz."
Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır."Şunun şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin?"
Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku."Onu arkadaşlarıyla birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor."
|
|
|
|
|
|
|
––––•(-•Bugün 55 ziyaretçi (60 klik) kişi burdaydı•-)•––––
|
|
|
|
|